22 Nisan 2010 Perşembe

Demokrasi gibi tarih de vesayet altında

Mustafa Armağan’ın yeni kitabı Paşaların Hesaplaşması adını taşıyor. Armağan’la tarihi ve paşaları konuştuk.

• Resmi tarihin aleyhine en fazla yazıp çizen yazarlardan birisiniz. Neden böyle?

Resmi tarih dünyanın her yerinde ortalama insan için yazılmış bir tarihtir. Oluşturulmak istenen vatandaş tipi için uygun olan bir geçmiş icat edilir. Yani ‘Bana tarihini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.’ Bu bakımdan resmi tarihte birçok ayrıntı yuvarlanır, birçok bilgi elenir veya ‘düzeltilir’, amaca uygun bir tarih yoksa imal edilir. Bu da kaçınılmaz olarak resmi tarihin dışına epeyce malzeme ve mühimmat bırakmak demektir ki, dikkat ederseniz tartışmalar zaten bu resmi tarihçe görmezden gelinen, dışlanan noktalar etrafında kopmaktadır. Bir dönem resmi tarihin aksini söylemek cesaret isterdi kuşkusuz ama artık üzerinden 90 yılı aşkın zaman geçmiş bir zaman dilimini hala koruma ve kollamanın kime ne faydası var? Hatırlarsanız, Org. İlker Başbuğ, geçtiğimiz Ocak ayında Kâzım Karabekir’i anma toplantısında resmi tarihin tartışılmasına bir şey demiyoruz ama tarihin bir hesaplaşma alanı haline getirilmesine karşıyız, demişti. Haklı bence. Lakin katılmadığım nokta şurası: Resmi tarih üzerine bilgi ve yorum tekeli koyduğunuz ve birileri kalkıp da aykırı bir tez veya belge ileri sürdüğünde onu vatan haini gibi gördüğünüz zaman ister istemez tarihi bir hesaplaşma alanı haline getiriyorsunuz demektir. Tarihin bir hesaplaşma alanı haline gelmemesi için 1915 Ermeni tehciri konusu da dahil, yığınla konu üzerinde gezinen tehdidi kaldırmanız gerekir.

Şimdi bakın 27 Nisan 2007 gece yarısından sonra bana da özel bir e-mail geldi. O malum adreslerin birinden. Bana muhtırayı gönderiyor, aba altından sopa gösteriyor yani. Peki askeriyenin bunca işi gücü arasında neden beni takip ediyorsunuz? Beni kim takip eder? Askeri tarih uzmanları elbette. Onlar varsa yanlışlarımı çıkartıp ortaya koyar, iddiamı çürütür, olur biter. Ben diyorum ki, tarihi bir hesaplaşma alanı olmaktan çıkartacaksak, tarih üzerindeki resmi ve askeri vesayeti kaldırın. Nasıl vesayetçi demokrasi varsa vesayetçi tarih de var. Ben ‘Vesayetçi tarihe hayır!’ diyorum ve tarihin vesayetten kurtulmasının demokrasimizin vesayetten kurtulmasının şartlarından biri olduğuna inanıyorum.

• Sizce tarih, geçmişe ilişkin, istediğimiz gibi kurabileceğimiz bir anlatı olmaktan nasıl çıkar?

Şaşıracaksınız belki ama tarihi yalnızca tarihçilere bırakmamalıyız. Hepimizin tarihi bu. Zira tarihçiler büyük ölçüde ekollerden yetişir. Onlar da bizde hemen tamamen üniversitelere mahsustur. Üniversiteler derseniz, resmi tarihin en büyük dayanaklarından ve üreticilerindendir. İstisnalar hariç böyle bir tarihçilikten resmi tarihin eleştirilmesine yönelik bir çıkış beklenemez. Thomas Kuhn’un deyişiyle, onlar ‘normal bilim’in uygulayıcılarıdır. Oysa eleştiri ve özel anlamda ‘devrim’, bir başka paradigmaya sıçramakla mümkündür. Bunu biz bu ‘hard’ kurumlarla yapamayız. Ancak oralarda üretilen bilgiler dış gözlerle değerlendirildiğinde ve yönlendirildiğinde, yeniden açıklandığında bir hareket oluşabilir. Onun içindir ki, tıptan matematiğe, hukuktan sosyolojiye kadar pek çok alandan insanın tarihe girmesiyle, yani ‘haricilerin’ katkısıyla tarih alanında, içindekilerin dahi pek hoşnut olmadıkları bu paradigma değişebilir.

Denetlenemeyen, kendi başına bırakılan her şey gibi tarih de kokuşur. Dolayısıyla hepimizi ilgilendiren tarih gibi bir alanın da denetime açılması gerekir. Bu da farklı tarihler arasındaki rekabetin bir ihanet değil, bir zenginlik ve demokratik terbiye açısından bir fazilet olduğunu idrak etmemiz şart.

• Siz açıkladığınız verilere hangi kaynaklardan, nasıl ulaşıyorsunuz?

Bana sık sık sorulan sorulardan birisi ‘Lozan’ın gizli maddeleri var mıdır?’ oluyor. Ben de diyorum ki ‘Açık olan maddelerini okudunuz mu ki, gizlisini merak ediyorsunuz?’ Şurada 15 dakika içinde okunabilecek olan Lozan antlaşması metnini okuyan yok ama içinde olmayan maddeleri merak eden yığınla insan var. Yani okumadığımız bir kitabın içindeki olmayan satırları arıyor gibiyiz.

İşte tarihin istismar edilmesinin en büyük sebebi, yazılı tarihimizin olmayışı değil, olanların dahi adam gibi okunmuyor olmasıdır. Jean-Paul Roux çok haklı: “Tarihte sık sık şaşırmamızın sebebi, onu yeterince incelemeyişimizdir.”

• Tarihçiler arasındaki farklar kaynaklardan mı yoksa yöntemden mi ortaya çıkar?

Bakış açıları, yetişme tarzları, kapasiteleri... Çok şey etkiler sonucu. İngiliz tarihçi Buckle’ın çok sevdiğim bir sözü vardır: ‘Tarih çizilecek bir tablo değil, çözülecek bir problemdir’ der. İktidar tabloyu kusursuz bir şekilde çizmek ister. Biz ise onu problematik hale getirmeye uğraşırız. Sonuçta bu da bir iktidar savaşı. İktidar olanla iktidar olmak için can atan tarihler arasındaki kıyasıya rekabettir halen yaşadığımız sürtüşme. Bu kadar farklı bakış açılarının da farklı tarihler ve taban tabana zıt tarih kampları üretmesi kaçınılmazdır bir yerde.

• Osmanlı son zamanlarda daha fazla ilgi görmeye başladı. Bunun sebebi nedir?

Osmanlı’ya duyulan ilginin iki kökeni olduğunu düşünüyorum. Birincisi, uzun yıllar hem kışkırtılmış hem de bastırılmış bir tarihi okumanın getirdiği şaşkın ördek psikolojisi. Yani bir taraftan biz büyük ve eski bir devletiz, bu devletin Alparslanları, Fatihleri, Yavuzları var söylemi, öbür taraftan da, Osmanlı şöyle rezildi, böyle beceriksizdi, haindi vs. suçlamaları. Bu çarpıklık ister istemez bilinçaltına bir yara izi bırakıyordu insanların. Bu tipik bir nevroz sebebi. Tarih nevrozu. Osmanlı’ya mevcut yönelişin bir tür sağaltım arzusuna tekabül ettiğini düşünüyorum.

İkinci nokta ise Türkiye’nin içerisine girdiği iç ve dış açılım konjonktürü bu beklentiyi tetikliyor. Mesala Financial Times’ın 23 Kasım 2009 tarihli sayısında çıkan Delphine Strauss’un ‘Turkey’s Ottoman mission’ başlıklı makalesi, bazılarına Amerikan tezgâhı gibi görünse de, niye başka zamanda değil de tam şimdi gündeme geldiğini düşünürseniz birilerinin gözünde yeni dünyanın yükselenler çizgisine dahil olduğumuzu görürüz. Bu görmezden gelinemeyecek denli önemli bir olgu. Ancak Türkiye çok uzun süren Tek Parti zihniyeti ve darbeler yüzünden kendine çeki düzen vermemiş, modernleşme sürecini, otoriterleştirerek yaşamak gibi bir kaderin içine sürüklenmişti. Bu elbise yeni Türkiye’ye dar geliyordu. Böylece (yalnız Ak Parti değil) bizzat devlet tarafından iç açılımlar başlatıldı. Bunlar aslında çok geç kalmış adımlardı. Şimdilerde inisiyatif alan bir Türkiye, olayların, sorunların, cerahatlerin kararlılıkla üzerine giden bir Türkiye var karşımızda ve ‘bu’ Türkiye, kendisine baktığında, eskisine oranla geçmişindeki imparatorluk vizyonuna pazusunu daha yakın görmeye başladı. Eskiden dağın arkasında bulunan güneş, şimdi tepeye yaklaştıkça daha net görünüyor ve kendimizi artık o güneşe daha yakın hissediyoruz.
• Son kitabınızın adı Paşaların Hesaplaşması. Neden?

Yakın tarihimizin meşhur paşaları ve askerleri, Mustafa Kemal, İsmet paşalar haricinde neredeyse hiç bilinmez. Onlar da pek bilinmez ya, neyse, en azından elimizdekilerle biliyor gibi yapabiliyoruz. Oysa Refet Bele kimdir, diye sorduğunuzda alacağınız cevap, dudak bükmekten başkası olamaz. Selahattin Adil Paşa diye birisi yaşamış mıdır mesela? Rauf Orbay hayalet Casper gibi değil midir çoğunluk için? Şark Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Doğu’daki onca zaferine rağmen ancak bu yıl, yani ölümünün 62. yılında Genelkurmay Başkanlığı tarafından anıldı. Yazık değil mi? Öte yandan 20 küsur yıl genelkurmay başkanlığı yaparak kırılması güç bir rekor kıran Fevzi Çakmak hakkında halk inanın aydınlardan daha fazla şey bilir. Tek kişi üzerine kurulu bir tarihin bizi getirdiği nokta, ne yazık ki, tarihin sevisizleşmesi olmuştur. Buna çare olarak da Çılgın Türkler gibi plasebo etkili haplar yapıyoruz, hamasi ve ‘roman’tik eserler yazdırmaya kalkıyoruz, okulları topluca Dersimiz Atatürk filmlerine götürüyoruz...

• Atatürk’ün Kürtlerle ilgili sözleri sansürlenmiş diyorsunuz.

1919 Ekim’inde İstanbul hükümetiyle Mustafa Kemal Paşa başkanlığındaki Heyet-i Temsiliye arasında imzalanan 2 numaralı gizli protokolün bir cümlesi sonradan metinden uçurulmuştur. Bu protokolde, Kürtlere serbestçe gelişmelerini temin edecek tarz ve biçimde kültürel ve toplumsal haklar verilmesinden söz ediliyordu. Bu konu üzerinde iki taraf mutabakat sağlamışlar, ancak 1924 sonrasında başlayan yeni süreçte bu mutabakat unutuluyor ve iş, artık belgelerin içinden Kürtlerle ilgili sözlerin çıkarılmasına kadar varıyor.

• Zübeyde Hanım’ın fotoğraflarında yanında gördüğümüz fesli adam Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi değil midir?

Kesinlikle değil. Çünkü Falih Rıfkı Atay da Çankaya’da bu fotoğrafı Cumhuriyet devrinde birilerinin bulup ona getirdiğini ama Atatürk’ün bir türlü ikna olmadığını yazıyor. Büyüttürüp bakmış resme ve sonunda ‘Bu benim babam değil’ deyip kestirip atmış. Onun sağlığında babasının fotoğrafları yoktur kitaplarda. İsmet İnönü döneminde mazbut aile anlayışı yaygınlaştırılırken, annesinin fotoğrafının yanına babasınınki de konulmuştur ve bugüne kadar da o fesli adamı biz Atatürk’ün babası olarak tanımaya devam etmişizdir.

Ayşe Düzkan
(Star, 11.04.2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder