19 Mayıs 2010 Çarşamba

yalıdakiler





Erguvaniler‘in yazarından Türkiye’yi sarsacak yeni bir kitap…
Siyaset sahnesinden, medya dünyasına yaşamımızın bütün önemli aktörlerinin, oligarşinin bağları… Sedat Simavi’den, Aydın Doğan’a; Tercüman gazetesinden, Taraf gazetesine yalı kardeşliğinin iç yüzü…

Tayfun Er yeni kitabında başarının çoğu zaman şans ya da çabayla değil, ilişkilerin gölgesinde elde edildiğini savunuyor. İlişkileri, boğazın iki yalısından yola çıkarak kuran ve tam bir mühendislik çalışması hazırlayan Er‘in yaptığı aslında bir durum tesbiti.

Erguvaniler kitabıyla büyük ilgi gören Tayfun Er‘in yeni çalışması Yalıdakiler; elinizden bırakamayacağınız, merakla okuyacağınız bir yatay tarih incelemesi…

“Boğaz içi’nde bir yalı, diğer bütün yalılardan ayrı ve tektir. Bu yalının sahiplerinin kimlikleri, ilişkileri, güçleri ve bağları da diğer yalı sahiplerinden farklıdır. .Ancak bu tek yalının sahiplerinin bazı özellikleri, başka diğer yalı sahipleriyle de ortak yönler taşıyorsa o zaman bir tek yalı sahibinden, cüzi miktardaki yalı sahibine de geçebiliriz. Çünkü bir yalı sahibinde bazı özellikler, diğer yalı sahiplerinde de vardır. Bu olgu diğer tüm yalı sahiplerinde de varsa, Boğaziçi’ndeki bütün yalı sahiplerini de bu ortak payda üzerinden anlayabiliriz.

Şimdiye kadar biz aslanların tarihini hep avcılar yazdı. Avcıların tarihini de yine avcılar yazdı. Bu kez de avcıların tarihini aslanlar yazsın istedim. Aslında, yalıdakilerin tarihi üzerinden “anlatılan senin hikayendir”… Sen, yani istisnasız her dinden/dilden/etnisitiden/mezhepten/cinsiyetten/ideolojiden/siyasi görüşten olup da yalıda ve köşkte, konakta olmayan, hakkını alamayan, ürettiği halde yönetemeyen olarak “sen“…”

Bilgi için:www.destekyayinlari.com

AKP Burjuvazisi ve Yalıdakiler!

Yalılar, Erguvaniler'in yazarı Tayfun Er'in son kitabı. Kitabın içinde geçen isimleri ve karmaşık ilişkiler ağını görünce, Türkiye'nin önde gelen kişilerinin aslında hep aynı muhit ve ailelerden geldiğini anlamak hiç de zor değil. Tayfun Er'in "Yalı kardeşliği" dediği bu durumla, Sedat Simavi'den, Aydın Doğan'a; Tercüman gazetesinden, Taraf gazetesine yalıların iç yüzü ortaya çıkarılıyor.

Başarının şans ya da çabayla değil, oligarşik ilişkilerin gölgesinde elde edildiğini savunan bu kitabı yazarıyla birlikte konuştuk.

- Para yatırmadan fabrika sahibi olmak, yalılardan geçerek güce ulaşmak... Bu ülkede her şey mümkün mü?

Kitapta anlattığım bir kişi, "babam çok akıllıydı, hiç para koymadan fabrika sahibi oldu" diyor. Bununla övünüyor. Bu işte bir gariplik, anormallik olduğundan habersiz olacak kadar saf birisi de değil. Bunu söyleyecek ve övünecek kadar pervasız yani. Marx, Kapital'de "ilkel birikimi sözde sırrı" diye ironik bir biçimde Kapitalizmin ortaya çıkması için ilkel birikimin, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin dayandığı toprağın köylünün elinden çıkması yani köylülerin mülksüzleştirmesi sonucu ortaya çıktığını, meşhur çit çekme hadisesini de anlatarak söyler. Bizdeki duruma hiç benzemiyor elbette. Bizde esas olarak gaspetme ve sermaye transferi vardır. Fabrikalara dair şu anda aklıma gelen sayısal bir değer yok, ama toprakların el değiştirmesine dair bir sayı vereyim Ege Bölgesi için. Yaklaşık 16 milyon dönüm ekilen arazinin 3 milyon dönümü Rumlar'a aitti. Bu araziler kimlere ne oranda verildi? Adana'da, İzmir'de, Gemlik'te olan fabrikaların kime verildiğine dair komisyon kararları tek tek yayınlanmalıdır. Söke'de, Çukurova'da pamuk ekimine açılan toprakları kimler almıştır? Bunlar bilinmeden sermaye birikimi anlaşılamaz. Bu 20. yüzyıla dair olanıdır. Ben şu ana kadar Tanzimat'tan bu yana olanı yazmaya çalıştım. Yani 19. yüzyıla, bunu 1481'e kadar geriye götüreceğim. Kritik tarih 1481 çünkü. Bir kırılma yaşanıyor o tarihte. Fatih Sultan Mehmet ölüyor ve taht kavgasında kazanan şehzadeyi destekleyen o dönemin ezen sınıfları bugünü belirlemede çok etkili oluyor.

- Yalılara gelirsek...

Yalılar, gücün simgesi. Öncelikle de ekonomik güç. Ekonomik gücün varsa siyasi gücün de vardır. Tersi de doğrudur. İngilizcedeki 'power' sözcüğünün hem güç hem de iktidar anlamı taşıması tesadüf değil. Bu bir statünün de simgesi. Bir statün en pahalı mesken üzerinden de teşhiri ve tescili anlamına geliyor. Siz eğer yalınıza birisini, diyelim bir siyasiyi davet ediyorsanız talebinizin karşılanma ihtimali çok daha fazladır. 'Elbise yürütür, para konuşturur' denir ya yalı da gücüm var demektir. Bir gücün de sergilenmesi aynı zamanda yalıda oturmak. Eskiden zengin tipolojisi, purolu göbekli bir adam olarak karikatürize edilirdi. Bu bizim çocukluk dönemlerimizde sığ bir bakışımızdır. Oysa artık gerçekten en basit kavramıyla zenginler kimlerdir bunu tarihsel olarak anlamak ve anlamlandırmak gerekiyor. Bir sosyalistin ezen sınıfların kimler olduğunu göstermeye çalışması bir görevdir benim için.

- Vefat ilanlarını biriktirmenizdeki amaç neydi? Nasıl ilginizi çekti bu ilanlar?

Bir dönem biriktirmiştim, ama sıkıcı bir şey ve bana uygun olmadığı için bıraktım. Anı ve biyografi kitapları en önemli kaynaklarım. Yalıdakiler'de Osmanlı Sicillerini de çok kullandım. Her kitapçıda, sahafta, kütüphanede bulunan kaynaklar yani. Vefat ilanları sadece son dönemde bazı ilişkileri bulmak için çok tali bir kaynak benim için. Dikkatli okuyan herkesin ilgisini çeker bence vefat ilanları. Zengin birisinin ilanındaki akraba isimleri istatistik açıdan çok az insanın isimleridir. Bütün bunlar oligarşinin varlığını kanıtlamak için kullandığım bir argüman sadece. Onun dışında benim için hiçbir önemi yok. Marx "Pratikte insan, hakikati, yani kendi düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, kanıtlamalıdır." diyor.



- Bürokrasi, medya, üniversite, yargı mensupları, siyasiler, paşalar, prensesler. Bu kaotik ilişkiler yumağında aynı soydan gelenlerin yer değiştirmesi var. Kitapta bahsi geçen ve bugünün önemli sayılacak konumlarında bulunan kişilerde de bir soyluluk ispatı çabası hakim. Belli bir soydan gelmemek, ya da bunu ifşa etmemek iktidarlarını tehlikeye mi sokuyor?

Antik Yunan üzerine yazılan kitaplar iki tür oligarşi olduğunu söylerler. Timokrasi, yani paraya dayalı bir oligarşi ve aristokrasi, yani akrabalığa dayanan bir oligarşi. Bizde de oligarşi tam da bu kavramlara uyuyor. Yani paranın gücü ve/veya ilişkilerden doğan güçle gelen bir oligarşi var. Bu iki güç, her kapıyı açıyor. Hepimizin bildiği iki deyim durumu özetliyor "ensesi kalın" olmak ve/veya "dayısı olmak". Bu ikisinden birine sahip değilseniz işiniz çok zor. Hepimiz yani bu güce sahip olmayanların gündelik hayatımızda yaşadığı acı gerçek budur. Trafik polisine karşı tehdit olarak bu gücü kullanmaktan, iş ararken aslanın ağzından işi kapmakla işin kapınıza gelmesi gibi farklılıklar yaşanıyor. Bu, kapitalizmin, modernleşmenin doğasına da aykırı yani liyakatin asli unsur olmaması. Sizin, siz olarak bir "gücünüzün" olmaması.

- Satır aralarına sıkışan ama sizin durumlarından çok rahatsız olduğunuzu anladığımız bir grup var ki, o da bu yalılarda çalışan emekçiler. Bu insanlar için ne dersiniz?

Evlat gibi karşılıksız özveriyi, sevgiyi anlatan bir sözcük bu kölelere evlatlık diyerek ancak bu kadar kirletilebilir. Osmanlıda resmi statüleri köle olan bu insanlara, kölelik kâğıt üstünde yasaklandıktan sonra evlatlık diyorlar. Bu insanlık dışı, mide bulandıran esirliğin üzerini evlatlık gibi sözcükle de örtbas ediyorlar. Bu kızcağızları çok küçük yaşlarda yoksul ebeveynlerinden satın alıyorlar. Ama önce evin daha önce kendisi de bu yolla yalıya gelmiş kalfa kadın tarafından "sağlık muayenesi" yapılıyor. Eh "çürük" mal alırlarsa gün doğmadan gece yarısına kadar nasıl çalışır? Sonra bite karşı önlem olarak saçları sıfır numara olacak şekilde kazınıyor. Yetmez. Elbiseleri çıkarılıyor ve hemen yakılıyor. Beş-altı yaşında kızlara, saçsız başlarının görüntüsü cici beylerin ve cici hanımların göz estetiğini bozmasın diye, başörtüsü takılıyor. Çok büyük bir bankanın kılık kıyafet yönetmeliğine, başörtüsü sadece çaycı ve hademe kadınlar için serbesttir mealinde bir maddenin konmuş olması tesadüf müdür?

Saçsız başları örtülen bu küçük kızlar gizli gizli aylarca ağlıyorlarmış. Açıktan ağlamak da yasak çünkü. Antik Yunan'da doulos, Roma'da servus, Osmanlıda ise adları kadınlar için cariye, odalık, memluke, eme, gurre oluyor. 1940'larda ise modernleşme(!) sonucu evlatlık diyorlar.

Bu kızların sokağa çıkması yasak. Yalının içinde de nereye, nasıl gireceği ancak köleliği nispetinde kısıtlı olarak mümkün. Herkes yatmadan yatamıyorlar, kimse kalkmadan kalkmaları ve işe koyulmaları lazım. Öyle böyle işler değil bunlar. Örneğin, en hafif iş, her gün yalıdaki otuz-kırk adet gaz lambasını tek tek temizlemek, doldurmak, yerlerine asmak. Kazara bir şişeyi kırarlarsa yandılar. Dayaktan, ağır hakarete kadar artık cici beylerin ve cici hanımlarına keyfine, ruh hallerine göre cezalar var.

Sonuçta bunlar hukuki açıdan "özgür" insanlar diyebilirsiniz. Hukuki açıdan görüntü öyle, ama uygulamada evlatlıkların durumu daha bile ağır olabiliyor. Bunu abartmak için söylemiyorum. Osmanlıda kölelik üzerine yazılmış pek çok kaynağı incelediğim için biliyorum. Bunu Osmanlı, Cumhuriyet'ten daha ilerideydi gibi saçma sapan bir Osmanlıcı argüman olarak da söylemiyorum. Aksine Osmanlıcı olanların pek çok gerçeği tahrif ettiklerini ve Osmanlıyı bir insan hakları cenneti gibi sunma çabalarının da yalan yanlış olduğunu da bu vesileyle belirtmek istiyorum. Elbette Cumhuriyet, Osmanlıdan çok daha ilerici bir sistemdir, ama ne yazık ki uygulamada Osmanlıdan bile geri işleyişi olan bir pratikleri olmuştur.

16. Yüzyıldaki kölelik anılarını yazan Michael Heberer, günde sekiz saatten fazla çalıştırılmadıklarını, yemek saatlerinde bir saat istirahat etmediklerini söyler. Bu evlatlık kızların ne sekiz saati ne de istirahatı var. Heberer'in anlattığı koşullar kesinlikle bu kızların fiili durumunda daha iyi. Örneğin, Osmanlıda kölelere hane halkının yediğinden yemek yemesi ve giydiğinden giydirilmesi de bir kural. Bu kızcağızların evden çıkmak için tek "şansları" var: Efendilerin piknik yapmak için evden çıktıklarında eşya taşımak, sofra kurmak ve sofra toplatmak için bu insanları yanlarında götürmeleri. Ancak hepsi birden götürülmüyor. Evde kalanlar daha şanslı sanılabilir ne de olsa üç-beş saat dinlenme olanakları olacak. Evet bu doğru, işte bu şansı yaratmamak için de evde kalanlara "boşta kalmasın" diye pek çok iş yüklenip gidiliyor.

- 'Gümüş kaşıkla doğmak' denilebilecek bir artı-değer zenginliğinde AKP ve CHP burjuvazisinin paylaşım kavgasını nasıl yorumlarsınız?

Tam da sizin bu kullandığınız bir deyimi bir oligarşi mensubu kullanıyor ve kendisini anlatırken açıkça İngilizce olarak 'born with a silver spoon' diyor. Deyimin tamamı "ağzında gümüş kaşıkla doğmak"tır. Zenginliğe, refaha doğmak gibi de açıklanabilir, ama bu anlatım sadece parasal gücü anlatan bir çeviri olur. Oysa bu deyimin tarihsel arka planı var. Avrupa'da soylular için neden "mavi kanlı" deyimi kullanılırdı, çünkü deri renkleri mavimsi bir gri renginde olurdu. Bunun nedeni soyluların yakalandıkları "Argyria" hastalığıydı. Bu hastalık vücuda aşırı gümüş girmesiyle oluyor. Çünkü soylular küçük tabletler halinde gümüş yutuyorlar. Bunu başta veba olmak üzere çeşitli hastalıklardan korunmak için yapıyorlar. Yine bu nedenle, tabak, çatal, kaşıklar da gümüştendir. Argyria sadece "soylu" kesimde olmuyor elbette, gümüş madenlerindeki emekçiler de bu hastalığa yakalanıyorlar. AKP burjuvazisi epey güç kazandı. CHP burjuvazisi dayandığı "zinde güçler"den destek de alamıyor. Bu konuyu kitapta epey anlattığım için tekrar olmasın okuyanlar için. Gümüş tabletleri kim yutarsa yutsun "hapı" emekçilerin yuttuğu kesin.

- Ülkenin en güçlü baskı ve çıkar grupları TÜSİAD ve MÜSİAD da yalıdan yolu geçenler arasında. Ve MÜSİAD Başkanı Erol Yarar, "Asıl burjuva biziz" diyor. "Burjuva, ben burjuvayım" der mi?

Erol Yarar, çok yeni olarak Yeni Şafak'a verdiği mülakatta "Ben burjuva kelimesini hiç kullanmadım, kapitalist lafı bana küfür gibi geliyor" diyor. Komik tabii ki bu inkâr çabası. Dünyanın her yerinde kapitaliste kapitalist denir. Geçmişin, sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış milletiz sözünü hatırlatıyor. Ne olduklarını gayet iyi biliyorlar. Sınıfsal duruma göre kültürel değişim çok daha geç değişir. Piyangodan para çıkan, hiç ıstakoz yemeyen ve tadını bilmeyen belli yaştan sonraki insan için bu alışkanlık olmayabilir. Ama elinde o parayı tutarsa onun çocuğunun damak zevki, yemek kültürü farklı olacaktır. İnsanlar neden piyangodan para çıkınca eşini boşar genellikle? Çünkü daha önceki seçimi büyük olasılıkla sınıfsal durumundan kaynaklanır. İstisnaları söylemiyorum elbette. Sınıf alt yapıya, kültür ise üst yapıya dair kavramlardır. Alt yapıdaki değişim er ya da geç üst yapıyı da değiştirir. Bu kişilerin iyiliği, kötülüğü meselesi değil sonuçta. Erol Yarar'ın şirketindeki dindar bir emekçiyle Erol Yarar'ın arasındaki uçurumu kimse kapatamaz. O dindar emekçi bizim kardeşimizdir, Erol Yarar'ın değil.



- Eğer bir konuda yeterince bilginiz yoksa dolayısıyla karar veremiyorsanız Demirel'e ve Nazlı Ilıcak'a bakın, onlar neyi savunuyorsa bilin ki karşıt görüş haklıdır" diyorsunuz. Ilıcak şimdilerde darbe karşıtı ve özgürlükçü. Bunu nasıl yorumlamalıyız?

Nazlı Ilıcak'ın 12 Eylül'e, daha önce de sıkıyönetime nasıl methiyeler düzdüğünü geçen ay yazmıştım. Sonuçta 19 Eylül 1980 tarihli Tercüman'da "Hürriyet halk için değil aydınlar için lüzumludu" diyen birisi. Yaptıkları, yazdıkları saymakla anlatmakla bitmez. 12 Eylül'ü de geçtim, Susurluk sonrası Susurlukçuları özellikle de İbrahim Şahin'i kahraman ilan eden birisidir kendisi. Susurluk hakkında Kasım 1996'dan Ocak 1998'e kadar 55 yazı yazıyor ve savunuyor. Bir-iki değil 55 tane Susurluk avukatı olarak yazısı var. Sadece İbrahim Şahin mi, Haluk Kırcı ve Mehmet Ağar için de neler yazdı... O zaman iktidar Tansu Çiller'di, Ağar'dı vesaire. Yani iktidar ne derse Ilıcak da onu diyor. 2009'da darbe karşıtı olmak da, özgürlükçü olmak da yani böyle söylemek, görünmek de para getiren işlerdir. Biz bunları "ateşi ve ihaneti" gördüğümüz dönemlerden tanırız. Önce yedi hamamda yedi tas su dökünsünler.

-Kitapta, "Siz yani gazete patronları, kalemini ezenden yana kullananlar; oligarşinin mutlak hakimiyeti için, kendi tanımladığınız basın kurallarını istediğiniz anda istediğiniz gibi çiğneyerek, ezilenlere karşı en derin güçlerle bile tarihsel oluşturdunuz" diyorsunuz. Son dönemde sıkça tartışılan 'tasfiye listesi' açısından nasıl değerlendirilir bu durum?

Kenan Evren'e methiyeler düzen Bekir Coşkun'un, Mamak Cezaevi'ni beş yıldızlı her şey dahil bedava tatil köyü gibi anlatan Emin Çölaşan gibilerinin kabarık servetlerine bir şey olmaz. Kenan Evren'e gidip anlatsınlar dertlerini. Aydın Doğan, öyle bir liste yok demiş zaten. Patronları yok diyorsa ben ne diyeyim... Yeni ezenler, eski ezenlerin borazancıbaşılarını da ezerler. Mevcut çatışmaların dünden bugüne ezilenlerin yararına değil, ezenlerin kendi iç kavgası olarak görülmesi gerektiği ve emekten yana olanların bu çatışmalarda taraf olmaması gerektiğini yazmaya çalışıyorum. Oligarşinin iç kavgasında, biz dışarda olanlar için sonuç değişmiyor.

- "Türkiye'de sermaye birikimi düşük olduğu için burjuvazi iktidarı alacak güce ulaşamamıştır. En büyük zengin bile rejimle çok ters gelirse bir gecede servetini kaybedebilir" diyorsunuz. Doğan Grubu'na kesilen rekor vergi cezası bu gruba mı girer?

Tabii ki, tam da söylemek istediğimi doğrulayan bir şeydir bu örnek. Geçmişin en büyükleri medyaya doğrudan neden girmemişlerdir? İşte bu yüzden. Aydın Doğan'ın çizgisini bir yerden sonra değiştirmesi mümkün değildir. Çünkü onu yaratan dinamikler ne tamamen bitmiş durumda ne de AKP'nin has burjuvazisi olabilme şansı var. AKP'nin dayandığı dinamikler, AKP burjuvazisi Aydın Doğan'ı istemez. Onlar kendi Aydın Doğan'larını çıkarıyor. Aydın Doğan kaç senelik isim daha. Bundan sonra da başka isimler medya hegemonyası kurar. Burada amaç sistemi değiştirmek değil ki, sistemi ele geçirmek kavgası bu. Kıvılcımlı der ya Turhallı, hepsi bir hallı...

Röportajın tamamı Yeni Harman'ın Ekim sayısında...



Tayfun Er kimdir?

Tayfun Er, 1962 yılında Balıkesir-Gönen'de doğdu. İlkokulu Bandırma Vecihibey İlkokulu'nda, ortaokul ve liseyi İzmir Karataş Lisesi'nde okudu. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi'nde lisans (İnşaat Mühendisliği) ve yüksek lisans (Deniz Yapıları) eğitimi gördü. 12 Eylül 1980 öncesi Devrimci-Yol'u destekledi.

Eserleri: Erguvaniler, Yalıdakiler.

28 Nisan 2010 Çarşamba




Gizli Tarih 1. Cilt
Yalçın Küçük


Salyangoz Yayınları / Yalçın Küçük Kitaplığı



Resmi Tarih, bütün kahramanlardan bir kahraman heykeli yapma işidir.
Tarih olan, gizli tarihtir.
Gizli Tarih'i yazıyorum.
Artık resmi tarih, sadece hutbedir.
Bundan böyle ne camilerde ve ne de üniversitelerde yeri var.
Yeri, sadece ana okullarıdır.

Tarihimizin karanlıkta kalan köşelerinde atılan bir işaret fişeği...
yalçın küçük


bu kitaptan alınan soru başlıklarıyla muhalif tarih tezlerini sunacağım.

yalçın küçüğün iddiaları çerçevesinde

1-sivas kongresi "mandater" bir davet toplantısı mı idi?
2- varlık vergisi birilerinin dediği gibi bir facia mı yoksa bir hediye ameliyesi mi ? mağdur olanlar aslında mamur mu olmuşlardır?
3- tehcir edilen ermeni mallarını kimler ele geçirdi?
4- mustafa kemal atatürk bügünün anlatımıyla çanakkale muharebelerinde çok meşhur bir komutan mıydı?
5- çanakkale muharebeleri dışında 1. cihan harbinde hangi cephelerde türk ordusu başarı göstermiştir. kuttul amare cephesi niye görmezden gelinmektedir. 1. cihan harbinde cumhuriyeti kuran kadrolarının olmadığı başarılar resmi tarihle görmezden mi gelinmektedir?
6- ittihatçı kadrolar dış misyonlar tarafından hangi etnik kimlikle tarifi yapılmaktadır. bu kimlikleri türklük ve müslümanlık şuururundan daha mı önemliydi.?
7-sovyet rusyanın azerbaycan topraklarını işgali esnasında ankara hükümeti bu konuda nasıl bir tavır almıştır?


sorular devam edecek....

22 Nisan 2010 Perşembe

boğazdaki aşiret





Mahmut Çetin

1 Ocak 1963 tarihinde Ankara’da doğdu.Reşat Bey İlkokulu, Sokullu Mehmet Paşa Ortaokulu, Atatürk Lisesi, Adapazarı Akyazı Lisesi ve Erzurum A.Ü. Fen ve Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi (1986). Mezuniyet tezi Yahya Kemal’in Eski Şiirin Rüzgarıyla adlı eserinin indeks-sözlük’ü.TRT Yardımcı Prodüktörlük Kursu’na katıldı.Tuzla ve Söke’de askerlik yaptı.

1989 yılında İstanbul’a geldi, çeşitli gazete, dergi ve televizyon kuruluşlarında çalıştı. Nilüfer Edebiyat, Yeni Hafta, Kültür Dünyası, Tarih ve Düşünce, Okumuş Adam, Platform, Yarın, Türk Yurdu ve Biyografi Analiz dergilerinde yazdı.’Çağdaş Osmanlı Ekseni’ iddialı Beyan dergisini çıkardı (1995). Halen biyografi.net internet sitesi, biyografi.net yayınevi ve Biyografi Analiz dergisinin editörlüğünü yapıyor.

ESERLERİ:
İslam Sanatı’nın Yeniden Teşekkülü, Aydın Yabancılaşması, Hünkar Hacı Bektaş Veli (roman), Bebek ile Mücahit (destan-şiir), Boğaz’daki Aşiret, Hırka (roman), Radyo İçin Üç Oyun, Perinçek ve Aydınlık Hareketi, X İlişkiler, Kart Kurt Sesleri.

Boğazdaki Aşiret
Mahmut Çetin
Edille Yayınları

"Boğazdaki Aşiret" başlığı ister istemez "Boğaz Neresi" ve "Aşiret Kim" sorularını akla getiriyor. Evet Boğaz, bildiğimiz Boğaziçi. Genelde kırsal kesimle alakalı bir kavram olan aşiret kelimesi ise Boğaziçi"nde bir kast oluşturan büyükçe bir ailenin tarihini anlatırken hassaten seçildi. Bir sülale tarihi diyebileceğimiz Boğazdaki Aşiret yer yer Türk Solu tarihi, yer yer de
Batılılaşma Tarihinin belirli dönemlerini resmediyor. Aileler arasında evliliklerle kurulan bağların, sanata, ticarete, eğitime, bürokrasiye ve giderek bir yabancılaşma zihniyeti şeklinde hayata nasıl yansıdığı eserdeki ipuçları yardımıyla daha iyi görülecektir zannediyoruz.

Boğazdaki Aşiret, dört büyük ailenin birbirleriyle irtibatından oluşur. Eser bu sebeple dört bölüm olmuştur. Aile büyüklerinin asıl isimleri seçilerek de Konstantinin Çocukarı, Detroisin Çocukları, Sotorinin Çocukları, Topal Osman Paşa - Namık Kemal kanadı bölümleri ortaya çıktı. Boğazdaki Aşiret! şenlikli bir kitap. Ali Fuat Cebesoydan Nazım Hikmete,
Oktay Rifattan Refik Erdurana, Rasih Nuri İleriden Ali Ekrem Bolayıra, Zeki Baştımardan Sabahattin Aliye, Numan Menemencioğlundan Abidin Dinoya uzanan ilginç akrabalık zinciri.

Polonez, Hırvat, Alman, Macar ve Rum kökenli meşhurların, yerlilerle evliliklerinden oluşan "Boğazdaki Aşiret"in, batılılaşma tarihinde oynadığı roller... Kimlerin kimlikleri, Çıldırtan çizelgelerle soyağaçları. Ve dipnotlar! Onlar hiç bu kadar sevimli olmamışlardır.

Xxx

Modern şehrin aşireti
YASİN YAĞCI
Aksiyon

Doğu ve özellikle Güneydoğu Anadolunun kendine has özellikleri vardır. Ekonomilerinin büyük oranda tarıma endekslenmiş olması, insanlarının içine kapanıklığı, işsizlik sorununun had safhada bulunması gibi. Aslında bu ayrıntılara Anadolunun her bölgesinde rastlamak mümkündür. Aşiret yapısının ise yalnızca bu bölgelere has bir tarihsel alışkanlık olduğunu bilirdik. Meğerse son Susurluk olaylarıyla birlikte gündeme epey damgasını vuran Anadolunun doğusunun kendine has bu özelliğine Türkiyenin batısında da rastlamak mümkünmüş. Mesela Marmara Bölgesinde, daha özelinde İstanbulda, daha da özelinde Boğaziçinde.. Evet, Boğaziçi ve aşiret, birbirine çok uzak gibi duran bu iki kavram aslında gerek anlam gerekse toplumsal yapılanış itibariyle göründükleri kadar uzak değil birbirlerinden. Mahmut Çetin yeni yayınlanan "Boğazdaki Aşiret" kitabında bunu gözler önüne seriyor. Boğazdan kasıt İstanbul Boğazı. Aşiretten kasıt ise kökenleri Osmanlının son dönemlerine değin uzanıp Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan günümüze dek varlığını sürdüren ve devamlı bir güç odağı olmuş bir aile. Boğaziçinde "kast" oluşturan büyükçe bir ailenin tarihi anlatılıyor kitapta. Bir sülale tarihi diyebileceğimiz "Boğazdaki Aşiret" yer yer Türk solunun, yer yer de Batılılaşma tarihinin belirli dönemlerini dile getiriyor. Aile içi evlilikler ile kurulan bağların sanattan ticarete, eğitimden bürokrasiye değin hayatın her alanına nasıl yansıdığı gözler önüne seriliyor. Ali Fuat Cebesoydan, Nazım Hikmete, Rasih Nuri İleriden Ali Ekrem Bolayıra, Zeki Baştımardan Turgut Sunalpe, Memet Fuattan Sabahattin Aliye, Numan Menemencioğlundan Abidin Dinoya uzanan ilginç akrabalık ilişkileri ve bu ilişkilerin günümüze değin uzanan etkilerinin araştırıldığı/incelendiği kitap tarihi bir belge niteliğinde.

Zihniyet değişmeleri

Dört büyük ailenin birbirleriyle irtibatlarını ele alan ve bu ailelerin ilk büyüklerinin asıl isimleri ile birlikte dört bölüm halinde hazırlanan kitap akrabalık ilişkilerinin günümüze değin uzantısını ortaya koyarken bu ilişkilerin sosyal statü sağlamadaki etkilerini de irdeliyor. Sosyologlar tarafından kan ya da akrabalık bağlarıyla birbirlerine kenetlenen, göçebe ya da yarı göçebe olarak tanımlanan ve Doğuya ait bir yapılanış olarak yıllarca söylenegelen aşiretler ile modern kent görünümüyle özdeşleşmiş Boğaziçini biraraya getirip onu kitabına isim yapan Mahmut Çetin asıl amacının ne aşiretvari bir yapılanmayı eleştirmek ne de buralara bağlı insanları yargılamak olduğunu belirtiyor. Boğaziçinde aşiretvari ilişkilerin olmasını yadırgadığını belirten Çetin sözlerine şöyle devam ediyor: "Bizim Boğaziçi kitabımızda bir ünlemimiz var. Niye ünlem? İstanbul Boğaziçinde aşiret ilişkilerinin olmaması lazım. Tam tersi bireyin ve insani faaliyetlerin öne çıktığı bir ilişki beklenir buradan. Fakat biz bunu göremiyoruz. Güneydoğuda görülen tabii akrabalık ilişkilerinin burada zümre davranışı şeklinde öne çıktığını gözlemlemekteyiz. Bir kısım insanlar bu çerçevede belli sonuçlara gidiyorlar. Ve bunu bir zihniyet çerçevesinde yapıyorlar. Onun için ben kitabımı Boğazdaki sülale, veya Boğazdaki aile gibi adlandırmalar yerine Boğazdaki Aşiret diye adlandırma gereği duydum."

Boğazdaki Aşiret Türk aristokrasisi içinde bir sülalenin tarihi gibi. Ailenin dört kolu var; Konstanty, Deotris, Sotori ve Siyavuş ile çocukları. Bu aileler çeşitli evlilikler ile birbirleriyle akraba olmuşlar. Eser aile bireylerinin akrabalık bağlarını kullanarak sanat, siyaset, ticaret alanlarına ilişkin yansımalarını ele alıyor. İsimlerinden de anlaşılacağı gibi Boğazdaki aşiret azınlıklardan oluşmuş; Polonez, Alman, Rum, Macar ve Hırvat milletlerinden. Yerliler ise daha sonraları yapılan evlilikler ile bu aileye katılmışlar. Çalışmasını gerçekleştirirken kesinlikle bu insanların kökenlerini ifşa etmek gibi bir çaba içerisinde olmadığını belirten Mahmut Çetin böylesi ilişkilerin doğurduğu zihniyet değişikliklerini gözler önüne sermek amacını güttüğünü belirtiyor: "Benim bu eserde söylemek istemediğim en son şeylerden birisi ilişkileriydi. Şunun altını kesinlikle çizmek istiyorum: Ben kafatasçıların sonuncusu olarak anılmak istemiyorum. Benim itiraz ettiğim nokta bu insanların kökenleri değil, zihniyetleri. Müslüman oldum deyip de kendisi, çocukları ve torunları bu millete ve bu milletin değerlerine savaş açıyorlarsa benim itiraz etme hakkım doğuyor."

Ülkemizde alışılmamış bir tür

Soy tarihi ile ilgili çalışmalar Türkiyede ender rastlanan bir alan. Bu alanın kendine has zorlukları da yok değil. Onca eser karıştırmak, birçok isim tespit etmek ve bu isimler arasındaki bağlantıyı sağlamak kolay olmasa gerek. Boğazdaki Aşireti hazırlarken çok zorlandığını dile getiren Çetin; böylesi bir çalışmanın zevkli yanlarının da olduğunu belirterek şöyle devam ediyor: "Türkler soy asabiyeti taşımayan bir millet olduğundan bu yönde çalışmalar sınırlı. Benim bu çalışmam çok uzun süreli bir çalışma oldu. Yaklaşık on yılımı verdim. Akademik araştırma metodunu kullanmakla birlikte metinde popüler gazetecilik uslubunu da denedim. Kitaptaki bağlaçlar bir nevi işin püf noktaları. Bu bağlaçlar aileler arasındaki bağlantıları belirtiyor."

Kitapta rastlanan başka önemli bir nokta ise bu aileye mensup hemen hemen tüm bireylerin birer muhalefet psikolojisi ile donatılmış olmaları. İtihat Terakkiden Jön Türklere kadar birçok önemli şahsiyet ve Cumhuriyet dönemi sol muhalefetin beyin takımı hep bu aileden. Bu durumu bir nevi egonun tatmini şeklinde tarif eden Çetin, benim itirazım buna değil diyor: "İnsanın ailesinin bağlarından yararlanıp bir yerlere gelmesi kadar doğal bir şey olamaz. Ama bu; insanların önünü kapatacak nitelikte ise o zaman iş değişir. Mesela İstiklal Marşının beste yarışması yapılıyor. Yarışmayı daha önce Ali Rıfat Çağatayın bestesi kazanıyor. Yarışma kurulunda ise Çağatayın kardeşi var. Sonradan bu durum basına yansıyınca yarışma iptal ediliyor ve bir başkası kazanıyor. Bir örnek sadece, ama güzel bir örnek."

Türkiyede elli kadar ailenin gündemi belirleyen merkezleri etkiledikleri, bu ailelerin siyaset, sanat, finans ve toplumsal alanlarda hep söz sahibi oldukları söylenir. Bunun açık delileri yoksa bile bir iddia olarak ortalıkta dolaşır. Boğazdaki Aşiretin de sözkonusu aileler arasında olduğunu ve bu aileye mensup kişilerin günümüzde de ailelerinin nüfuzundan faydalanarak kendilerine mevki makam edindiklerini dile getiriyor Mahmut Çetin. Ama kitabında sözkonusu ailenin günümüzde yaşayan bireylerini göremiyoruz, Çetin buna yer vermeyişini şöyle açıklıyor: "Eğer günümüzde yaşayanlara da yer verseydim yaptığım bir nevi paparazzilik olacaktı. Bu demek değil ki günümüzde etkileri yok. Şu basit örnek her şeyi anlatmakta. Mehmet Fuat, Nazım Hikmetin üvey oğlu. Mehmet Fuat bir eleştirmen. Solda edebiyat bağlamında yeni bir ismin çıkması üç beş kişinin icazet vermesine bağlı. Mehmet Fuat bu icazet verenlerden bir tanesi. Bugün onlarca yazar ondan icazet alarak çıkmıştır."

x

X İlişkiler
Mahmut Çetin
EDİLLE YAYINLARI, 302 sayfa, 1. hamur
Toplumları ayakta tutan şey, değer yargılarıdır. Bu torağın insanlarıyla hiç bir kültürel bağı olmayan bir küçük mutlu azınlık, değer yargılarımızı tahrip ederek toplumumuzun geleceğiyle oynamaktadır. Mutlu azınlık; sahne, sinema ve gece hayatına yansıttığı ilişkileriyle topluma yanlış örnek modeller empoze etmektedir. Bu çalışma, mevcut durumun ne mutlu azınlık fertlerine ne de yanlış değerler empoze edilen millet bütününe mutluluk vermediğini gösteriyor. X İlişkiler; toplumun her kesimi için genel bir değerlendirme ve arınmanın zorunluğunu işaret ederken, Türk aydınını da birlikte yaşamacı, yarınları kavrayan model projeler üretmeye davet etmektedir.

İslam Sanatının Yeniden Teşekkülü
Mahmut Çetin
ADIM YAYINLARI, 264 sayfa, 3. hamur
Bugün bütün sanat faaliyetlerinde gözümüze çarpan sunilik, asr-ı saadet sanatında görülmez. Orada tabii bir haldir sanat faaliyeti, hayattan bir parçadır. Çünkü sanat fonksiyoneldir. Doğu İslam toplumunun temel kabülleri nasıl batı hıristiyan toplumundan farklıysa, iki toplumun sanat eserleri arasında da bu fark görülür. Batı sanatının temel prensibi, benzetmedir. İslam sanatının farkıysaa, eşya ve hadiseyi yansıtma metoduyla yorumlamasıdır.

Hünkar
(Hacı Bektaş Veli)
Mahmut Çetin
ADIM YAYINLARI

O anda Abdal Musanın aklına Horasandan Anadoluya gelirken düşündüğü hayal geldi. Abdal Musanın gözünde Anadolu sabah demekti. Güneşin doğumu demekti. Ve dahi çimenlerin üstüne çiğ düşmüş demekti. Çiğ ve güneş Anadolu demekti. Dalgın, nereden aklıma gelir bilmem diyerek, zikrine devam etti. Lailahe illallah, Lailahe illallah, Lailahe illallah..

Perinçek Ve Aydınlık Hareketi
Mahmut Çetin
EDİLLE YAYINLARI, 222 sayfa, 3. hamur

Aydınlık Hareketi Ve Perinçek adlı bu çalışma, siyasi faaliyetlerden çok polemikleriyle gündemde olan bir siyasi çizgiyi, tarihi akışı içinde ele alan bir araştırmadır. Gerek Perinçek gerekse temsil ettiği siyasi hareket için bu güne kadar pek çok söz söylenmiş olması, onu ve hareketini böylesine bilinenler dışında bir tahlilden uzak tutamazdı. Bu sebeple eser, Aydınlık Hareketi hakkında nihai hükmü verecek olan kamu vicdanının bilgilendirilmesi bakımından önemli bir görevi yerine getireceği kanaatindeyiz.

Aydın Yabancılaşması
Mahmut Çetin
ADIM YAYINLARI, 160 sayfa, 3. hamur

Aydın Yabancılaşması,batılılaşmanın süreç, aşama ve aşamalar arası ilişkilerini araştırmaktadır. Eser, yabancılaşmayı, zevkçilikten sapık inanışlara, sapık inançlardan masonluğa, masonluktan pozitivizme, pozitivizmden sosyalizme uzanan bir zincirle ifade etmektedir. Aydın Yabancılaşması, Osmanlının çözülmesini dış faktörlerle izah eden "genel anlayış"a karşı, bir önermedir.

Bebek İle Mücahit
Mahmut Çetin
EDİLLE YAYINLARI, 64 sayfa, 3. hamur

Yayın tarihi 1994 64 sayfa 3. Hamur 13.50x19.00 cm karton kapak
konu: Edebiyat/Şiir (Yerli)

Radyo İçin Üç Oyun
Mahmut Çetin
EDİLLE YAYINLARI, 130 sayfa, 3. hamur

Radyo oyunu, özel radyoların ihmal ettiğii bir alan.Biz TGRT FM olarak, radyo oyunları yayınlıyoruz ve dinleyicilerimizden olumlu tepkiler alıyoruz. Radyo oyunlarının kitap halinde yayınlanmasının da ayrı bir hizmet olacağına inanıyorum. İlhan Apak TGRT FM Genel Müdürü Mahmut Çetinin bu kitabında, milli kültürümüzün temel isimlerinden Kab bin Züheyr, Şeyh Ali Semerkandi ve Hacı Bektaş-I Velinin örnek hayatları radyo oyunu tarzında işlenmiş. Daha önce seslendirilen ve filmi çekilen bu eserlerin yayınlanması, ülkemizde yeni teşekkül etmekte olan radyo literatürüne de olumlu katkılar sağlayacaktır. Zeki Anıt Radyo Nokta Genel Müdürü

Hırka
(Hırka-i Saadetin-Kab Bin Züheyrin Romanı)
Mahmut Çetin
EDİLLE YAYINLARI, 104 sayfa, 3. hamur
Hırka.. Şanlı sahabe kadrosundan Kab bin Züheyrin hayatını anlatan bir küçük roman. Kırka.. İsyan tövbeye uzanan gözyaşı rahmetini yaşatan, hissettiren bir eser. Hırka.. Kaside-I Bürdenin, Hırka-I Saadetin romanı.

HAKKINDA YAZILANLAR

X İlişkiler
Hüseyin Öztürk
Akit 6 Kasım 2000

İşte memleketin; varı, yoğu, gizlisi, açığı, donu, gömleği, atası, babası, mafyası, çirkini, güzeli, bilumum haltları, batakları, şeytanları, bu başlık altındaki ilişkilerde yatıyor.

X İlişkiler bir kitap adı. Kitap oldukça ilginç. Sayfalarında gezinirken; televizyon, radyo, gazete ve gece aleminin X’lerini bulacaksınız. Memleketimizin medar-ı iftiharı(!) sanatçıların gerçek kimliklerini tanıyacaksınız.

Türkiye kimlerle gurur duyuyormuş, onu göreceksiniz. Bu ilişkilerin arkasını takip ettiğinizde yolunuz banka soygunlarına, özelleştirme sahtekarlıklarına, siyaset, mafya, işadamı ve medya dörtgenine çıkacak ve bütün yön levhaları sizi yanlış istikametlere sevk edecek.Kimisinin adının, kimisinin soyadının, kimisinin vücudunun kaç para ettiğini okuyacaksınız. Tüm karanlık ilişkilerin kahramanlarının her gün evlerimize giren ve adına sanatçı dediğimiz kişiler olduğunu göreceksiniz.

X İlişkiler”de yer alan isimlere dikkat ettiğinizde; ülkemizde dönen bütün dolapların içinde onlardan çok tane olduğuna şahit olacak ve şaşıracaksınız.

Türkiye’de kayıt dışı paranın kontrolünün, bu X İlişkili adamların elinde olduğunu ve paylaşmanın ve aklama operasyonunun magazin ilaveli medya patronlarıyla yapıldığını göreceksiniz.

İşte bu X İlişkiler içerisinde olanların tamamı, paçayı yırtmak için; çağdaş, laik ve güya demokrasi özlemiyle yanıp tutuşan demokratik bir Türkiye özlemi içerisindedirler.Bu özlem onları öyle bir Türkiye sevdalısı yapmıştır ki; her biri memleketin kanına girmiş, canına okumuştur. Bütün pisliklerine ve iğrençliklerine rağmen, onlar yine de resmi ideolojinin en iyi vatandaşlarıdır.

Lafı uzattık, X İlişkiler kitabından söz etmeyi unuttuk. Efendim, kitabın yazarı, araştırmacı gazeteci Mahmut Çetin.

Yazarın Boğaz’daki Aşiret ile X İlişkiler kitabını mutlaka temin etmelisiniz ve elinizin altında bulundurmalısınız.

Niye elinizin altında bulundurmalısınız? Şunun için. Kimin ne halt yediğini görmeniz ve bilmeniz için.

Biyografi Net & Edille Yayınları

Demokrasi gibi tarih de vesayet altında

Mustafa Armağan’ın yeni kitabı Paşaların Hesaplaşması adını taşıyor. Armağan’la tarihi ve paşaları konuştuk.

• Resmi tarihin aleyhine en fazla yazıp çizen yazarlardan birisiniz. Neden böyle?

Resmi tarih dünyanın her yerinde ortalama insan için yazılmış bir tarihtir. Oluşturulmak istenen vatandaş tipi için uygun olan bir geçmiş icat edilir. Yani ‘Bana tarihini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.’ Bu bakımdan resmi tarihte birçok ayrıntı yuvarlanır, birçok bilgi elenir veya ‘düzeltilir’, amaca uygun bir tarih yoksa imal edilir. Bu da kaçınılmaz olarak resmi tarihin dışına epeyce malzeme ve mühimmat bırakmak demektir ki, dikkat ederseniz tartışmalar zaten bu resmi tarihçe görmezden gelinen, dışlanan noktalar etrafında kopmaktadır. Bir dönem resmi tarihin aksini söylemek cesaret isterdi kuşkusuz ama artık üzerinden 90 yılı aşkın zaman geçmiş bir zaman dilimini hala koruma ve kollamanın kime ne faydası var? Hatırlarsanız, Org. İlker Başbuğ, geçtiğimiz Ocak ayında Kâzım Karabekir’i anma toplantısında resmi tarihin tartışılmasına bir şey demiyoruz ama tarihin bir hesaplaşma alanı haline getirilmesine karşıyız, demişti. Haklı bence. Lakin katılmadığım nokta şurası: Resmi tarih üzerine bilgi ve yorum tekeli koyduğunuz ve birileri kalkıp da aykırı bir tez veya belge ileri sürdüğünde onu vatan haini gibi gördüğünüz zaman ister istemez tarihi bir hesaplaşma alanı haline getiriyorsunuz demektir. Tarihin bir hesaplaşma alanı haline gelmemesi için 1915 Ermeni tehciri konusu da dahil, yığınla konu üzerinde gezinen tehdidi kaldırmanız gerekir.

Şimdi bakın 27 Nisan 2007 gece yarısından sonra bana da özel bir e-mail geldi. O malum adreslerin birinden. Bana muhtırayı gönderiyor, aba altından sopa gösteriyor yani. Peki askeriyenin bunca işi gücü arasında neden beni takip ediyorsunuz? Beni kim takip eder? Askeri tarih uzmanları elbette. Onlar varsa yanlışlarımı çıkartıp ortaya koyar, iddiamı çürütür, olur biter. Ben diyorum ki, tarihi bir hesaplaşma alanı olmaktan çıkartacaksak, tarih üzerindeki resmi ve askeri vesayeti kaldırın. Nasıl vesayetçi demokrasi varsa vesayetçi tarih de var. Ben ‘Vesayetçi tarihe hayır!’ diyorum ve tarihin vesayetten kurtulmasının demokrasimizin vesayetten kurtulmasının şartlarından biri olduğuna inanıyorum.

• Sizce tarih, geçmişe ilişkin, istediğimiz gibi kurabileceğimiz bir anlatı olmaktan nasıl çıkar?

Şaşıracaksınız belki ama tarihi yalnızca tarihçilere bırakmamalıyız. Hepimizin tarihi bu. Zira tarihçiler büyük ölçüde ekollerden yetişir. Onlar da bizde hemen tamamen üniversitelere mahsustur. Üniversiteler derseniz, resmi tarihin en büyük dayanaklarından ve üreticilerindendir. İstisnalar hariç böyle bir tarihçilikten resmi tarihin eleştirilmesine yönelik bir çıkış beklenemez. Thomas Kuhn’un deyişiyle, onlar ‘normal bilim’in uygulayıcılarıdır. Oysa eleştiri ve özel anlamda ‘devrim’, bir başka paradigmaya sıçramakla mümkündür. Bunu biz bu ‘hard’ kurumlarla yapamayız. Ancak oralarda üretilen bilgiler dış gözlerle değerlendirildiğinde ve yönlendirildiğinde, yeniden açıklandığında bir hareket oluşabilir. Onun içindir ki, tıptan matematiğe, hukuktan sosyolojiye kadar pek çok alandan insanın tarihe girmesiyle, yani ‘haricilerin’ katkısıyla tarih alanında, içindekilerin dahi pek hoşnut olmadıkları bu paradigma değişebilir.

Denetlenemeyen, kendi başına bırakılan her şey gibi tarih de kokuşur. Dolayısıyla hepimizi ilgilendiren tarih gibi bir alanın da denetime açılması gerekir. Bu da farklı tarihler arasındaki rekabetin bir ihanet değil, bir zenginlik ve demokratik terbiye açısından bir fazilet olduğunu idrak etmemiz şart.

• Siz açıkladığınız verilere hangi kaynaklardan, nasıl ulaşıyorsunuz?

Bana sık sık sorulan sorulardan birisi ‘Lozan’ın gizli maddeleri var mıdır?’ oluyor. Ben de diyorum ki ‘Açık olan maddelerini okudunuz mu ki, gizlisini merak ediyorsunuz?’ Şurada 15 dakika içinde okunabilecek olan Lozan antlaşması metnini okuyan yok ama içinde olmayan maddeleri merak eden yığınla insan var. Yani okumadığımız bir kitabın içindeki olmayan satırları arıyor gibiyiz.

İşte tarihin istismar edilmesinin en büyük sebebi, yazılı tarihimizin olmayışı değil, olanların dahi adam gibi okunmuyor olmasıdır. Jean-Paul Roux çok haklı: “Tarihte sık sık şaşırmamızın sebebi, onu yeterince incelemeyişimizdir.”

• Tarihçiler arasındaki farklar kaynaklardan mı yoksa yöntemden mi ortaya çıkar?

Bakış açıları, yetişme tarzları, kapasiteleri... Çok şey etkiler sonucu. İngiliz tarihçi Buckle’ın çok sevdiğim bir sözü vardır: ‘Tarih çizilecek bir tablo değil, çözülecek bir problemdir’ der. İktidar tabloyu kusursuz bir şekilde çizmek ister. Biz ise onu problematik hale getirmeye uğraşırız. Sonuçta bu da bir iktidar savaşı. İktidar olanla iktidar olmak için can atan tarihler arasındaki kıyasıya rekabettir halen yaşadığımız sürtüşme. Bu kadar farklı bakış açılarının da farklı tarihler ve taban tabana zıt tarih kampları üretmesi kaçınılmazdır bir yerde.

• Osmanlı son zamanlarda daha fazla ilgi görmeye başladı. Bunun sebebi nedir?

Osmanlı’ya duyulan ilginin iki kökeni olduğunu düşünüyorum. Birincisi, uzun yıllar hem kışkırtılmış hem de bastırılmış bir tarihi okumanın getirdiği şaşkın ördek psikolojisi. Yani bir taraftan biz büyük ve eski bir devletiz, bu devletin Alparslanları, Fatihleri, Yavuzları var söylemi, öbür taraftan da, Osmanlı şöyle rezildi, böyle beceriksizdi, haindi vs. suçlamaları. Bu çarpıklık ister istemez bilinçaltına bir yara izi bırakıyordu insanların. Bu tipik bir nevroz sebebi. Tarih nevrozu. Osmanlı’ya mevcut yönelişin bir tür sağaltım arzusuna tekabül ettiğini düşünüyorum.

İkinci nokta ise Türkiye’nin içerisine girdiği iç ve dış açılım konjonktürü bu beklentiyi tetikliyor. Mesala Financial Times’ın 23 Kasım 2009 tarihli sayısında çıkan Delphine Strauss’un ‘Turkey’s Ottoman mission’ başlıklı makalesi, bazılarına Amerikan tezgâhı gibi görünse de, niye başka zamanda değil de tam şimdi gündeme geldiğini düşünürseniz birilerinin gözünde yeni dünyanın yükselenler çizgisine dahil olduğumuzu görürüz. Bu görmezden gelinemeyecek denli önemli bir olgu. Ancak Türkiye çok uzun süren Tek Parti zihniyeti ve darbeler yüzünden kendine çeki düzen vermemiş, modernleşme sürecini, otoriterleştirerek yaşamak gibi bir kaderin içine sürüklenmişti. Bu elbise yeni Türkiye’ye dar geliyordu. Böylece (yalnız Ak Parti değil) bizzat devlet tarafından iç açılımlar başlatıldı. Bunlar aslında çok geç kalmış adımlardı. Şimdilerde inisiyatif alan bir Türkiye, olayların, sorunların, cerahatlerin kararlılıkla üzerine giden bir Türkiye var karşımızda ve ‘bu’ Türkiye, kendisine baktığında, eskisine oranla geçmişindeki imparatorluk vizyonuna pazusunu daha yakın görmeye başladı. Eskiden dağın arkasında bulunan güneş, şimdi tepeye yaklaştıkça daha net görünüyor ve kendimizi artık o güneşe daha yakın hissediyoruz.
• Son kitabınızın adı Paşaların Hesaplaşması. Neden?

Yakın tarihimizin meşhur paşaları ve askerleri, Mustafa Kemal, İsmet paşalar haricinde neredeyse hiç bilinmez. Onlar da pek bilinmez ya, neyse, en azından elimizdekilerle biliyor gibi yapabiliyoruz. Oysa Refet Bele kimdir, diye sorduğunuzda alacağınız cevap, dudak bükmekten başkası olamaz. Selahattin Adil Paşa diye birisi yaşamış mıdır mesela? Rauf Orbay hayalet Casper gibi değil midir çoğunluk için? Şark Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Doğu’daki onca zaferine rağmen ancak bu yıl, yani ölümünün 62. yılında Genelkurmay Başkanlığı tarafından anıldı. Yazık değil mi? Öte yandan 20 küsur yıl genelkurmay başkanlığı yaparak kırılması güç bir rekor kıran Fevzi Çakmak hakkında halk inanın aydınlardan daha fazla şey bilir. Tek kişi üzerine kurulu bir tarihin bizi getirdiği nokta, ne yazık ki, tarihin sevisizleşmesi olmuştur. Buna çare olarak da Çılgın Türkler gibi plasebo etkili haplar yapıyoruz, hamasi ve ‘roman’tik eserler yazdırmaya kalkıyoruz, okulları topluca Dersimiz Atatürk filmlerine götürüyoruz...

• Atatürk’ün Kürtlerle ilgili sözleri sansürlenmiş diyorsunuz.

1919 Ekim’inde İstanbul hükümetiyle Mustafa Kemal Paşa başkanlığındaki Heyet-i Temsiliye arasında imzalanan 2 numaralı gizli protokolün bir cümlesi sonradan metinden uçurulmuştur. Bu protokolde, Kürtlere serbestçe gelişmelerini temin edecek tarz ve biçimde kültürel ve toplumsal haklar verilmesinden söz ediliyordu. Bu konu üzerinde iki taraf mutabakat sağlamışlar, ancak 1924 sonrasında başlayan yeni süreçte bu mutabakat unutuluyor ve iş, artık belgelerin içinden Kürtlerle ilgili sözlerin çıkarılmasına kadar varıyor.

• Zübeyde Hanım’ın fotoğraflarında yanında gördüğümüz fesli adam Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi değil midir?

Kesinlikle değil. Çünkü Falih Rıfkı Atay da Çankaya’da bu fotoğrafı Cumhuriyet devrinde birilerinin bulup ona getirdiğini ama Atatürk’ün bir türlü ikna olmadığını yazıyor. Büyüttürüp bakmış resme ve sonunda ‘Bu benim babam değil’ deyip kestirip atmış. Onun sağlığında babasının fotoğrafları yoktur kitaplarda. İsmet İnönü döneminde mazbut aile anlayışı yaygınlaştırılırken, annesinin fotoğrafının yanına babasınınki de konulmuştur ve bugüne kadar da o fesli adamı biz Atatürk’ün babası olarak tanımaya devam etmişizdir.

Ayşe Düzkan
(Star, 11.04.2010)